ÖĞRETMEN ÖĞRENCİ HİKAYELERİ

Sen uyursan, ben ölürüm öğretmenim!

Bu yazı Pazar, 27 Eylül 2009, 23:33 tarihinde Öğretmen & Öğrenci Hikayeleri, Yayınlanmış Yazılarım kategorisi altında yayınlandı.4322 defa okunmuş, 5 Yorum »
Sen uyursan, ben ölürüm öğretmenim!

Annemin babamın biricik evladı iken, okul sıralarında seninle tanıştım öğretmenim. Beni sana teslim ettiler. Okumayı – yazmayı bana sen öğreteceksin öğretmenim. Toplamayı çıkarmayı da senden öğreneceğim. Bana hayatı da anlatacaksın öğretmenim.
Sadece beni de değil, annemi babamı da eğitmelisin öğretmenim. Bu memleketin geleceği için neler yapmam gerektiğini de bana öğretmelisin. Beni, annemi, babamı uyandır öğretmenim.
Babam uyuyor öğretmenim!
İş ve ev arasında geçen zamanı dışında, evde saatlerce Televizyon izlemekten başka bir şey yapmıyor benim babam. Benim okul kıyafetlerimi, kırtasiye malzemelerini aldığı için, tüm sorumluluğunu yerine getirdiğini düşünüyor. Elimden tutup parka götürmeyen, ödevlerimi yaparken saçlarımı okşamayan, her akşam saatlerce televizyon izleyen babama, yaptığı hataları anlatmak zorundasın öğretmenim.
Beni hayata hazırladığın gibi, Babamı da uyandır!
Annem uyuyor öğretmenim!
Beni dünyaya getiren, benim için geceleri uykusuz kalan, saçını benim yolumda süpürge yaptığını söyleyen annemin, bana olan sevgisinden şüphem yok. Ancak her sabah saatlerce evlendirme programları izleyen, yemek programı ve diziler dışında hayatında fazla bir yeri yok annemin. Bizim kıyafetlerimizi hazırlamayı, bize sofra kurmayı, okula bırakıp akşam almayı yeterli bir annelik sanıyor.
Beni bilinçlendirdiğin gibi, Annemi de uyandır.
Medyayı yola getirelim öğretmenim.
Her türlü ahlaksızlığı anlatan dizileri yayınlamaktan çekinmiyor medya. Kendilerine daha çok izleyici bulmak adına yaptıkları / yapacakları ahlaksızlıkların sınırı nerdeyse kalmamış. Medya patronları para uğruna bizi de harcıyorlar. Bize izlettikleri dizi ve filmlerle ahlakımızı bozduklarını, şiddete heveslendirdiklerini bilmediklerini sanmıyorum. Onlar için, daha çok para kazanmak, bizim geleceğimizden daha önemli.
Bize, ailemize ve bu topluma zarar veren dizi ve filmlerin zararları ve bu zararların önlenmesi için bir şeyler yapalım öğretmenim. Cumhurbaşkanına, Başbakana, Milli Eğitim Bakanına bütün sınıf arkadaşlarımızla birlikte mektuplar yazalım öğretmenim.
Bize onları da uyandırmayı öğret!
Ben bugün küçük bir çocuk olabilirim. Ancak birkaç yıl sonra bir genç olacağım öğretmenim. Gençliğimin enerjisini kötü yollarda harcamamayı bana öğret öğretmenim.
Bana tarihimizi anlat. Bana Çanakkale şehitlerini anlat öğretmenim. Sen bana, metrekareye 6000 (altı bin) mermi düşerken, tekbir sesleriyle düşman üzerine yürüyen Çanakkale şehitlerinin kalbindeki imanı anlatıp sevdirmesen, medya bizi sihirli dizilerle uyutuyor öğretmenim.
Sen bize kültürümüzü öğretip sevdirmesen, medyanın etkisiyle batı hayranı oluyoruz öğretmenim.
Sen bize çalışkan olmanın erdemini öğretmesen, medya yüzünden biz, topçu yada popçu olma hayalini aşılıyor.
Sen bize arı gibi çalışkan olmayı öğretmesen, batının etkisinden kendini kurtaramayan medya, bize sinek gibi hazıra konmayı aşılıyor öğretmenim.
Derler ki, bir çocukta eşkıya olma potansiyeli de vardır, evliya olma potansiyeli de. Annesi, babası, öğretmeni ve çevresi çocuğa sahip çıkarsa, o çocuktan evliya gibi sevilen ve çevresine faydası dokunan bir insan yetişebilir.
Genç yaşta katil, cani, hırsız olan, kötü yollara düşen gençlerin elinden anneleri tutmamış, babaları ilgilenmemiş. Cahil anne, ilgisiz baba yanında büyüyen gençlerin, elinden öğretmenleri de tutmazsa, yanlış yola sapmaları kaçınılmaz oluyor.
Sen beni de, annemi de, babamı da uyar / uyandır öğretmenim.
Sınırda nöbet tutan asker uyursa ölür, ancak sen uyursan sınırda nöbet tutacak asker kalmaz öğretmenim. Sınıfta nöbet tutmak sınırda nöbet tutmak kadar kutsaldır öğretmenim.
Herkes uyusa da, sen uyuma öğretmenim.
Sen uyursan ben ölürüm öğretmenim.
Sait ÇAMLICA
Eğitimci – Yazar

Okul yakan, okul da içen, müdürüne yumruk sallayan öğrenciler…

Bu yazı Salı, 08 Eylül 2009, 02:43 tarihinde Öğretmen & Öğrenci Hikayeleri, Yayınlanmış Yazılarım kategorisi altında yayınlandı.2322 defa okunmuş, 5 Yorum »
Okul yakan, okul da içen, müdürüne yumruk sallayan öğrenciler…
Son günlerde okullardan medyaya yansıyan haberler hepimizi dehşete düşürdü.
Sınıf içinde bisiklet süren, sınıf duvarlarını yıkıp içinde ateş yakan öğrenciler…
Gecenin bir yarısı sınıf içinde yarı çıplak içki alemi yapan öğrenciler…
Sahi neler oluyor?
Müdürüne yumruk sallayan öğrencilerden adam olur mu?
Bir öğrencimden bahsedeceğim şimdi. Yaramazlığında, haylazlığında, öğretmenleri kızdırmanın da, idareyle bela yaşamanın da zirvesinde bir öğrenci…
Adı Muhammed. Okulun en yaramaz ve tembel öğrencilerinden biri olarak son sınıfa kadar idarenin “idare” etmesiyle gelebilmiş bir öğrenci. Okulda sürekli kavga çıkartan, öğretmenlerini de pek dinlemeyen lise son sınıf öğrencisi.
Bu öğrencim okul önünde sırada arkadaşlarıyla, her zaman ki gibi yaramazlık yaparken, okul müdürü iyice sinirlenir.
“Delikanlıysanız çıkın ortaya?” diye kükreyince okul müdürü, bunlar üç kişi öne çıkarlar. “Biz yaptık hocam!” derken biraz da okul müdürüne diklenmişler. Okul müdürü tecrübeli ve sabırlı olmasına rağmen, “Gelin bakalım odama!” diyerek gençleri odasına çağırmış.
Bunu bana anlatan öğrencim şöyle devam etti;
“Hocam müdür bey bizi odasına aldı. Kapıyı kilitledi. Ceketini ve kravatını çıkarttı. Bize yaklaştı ve “hepiniz ceketlerinizi çıkartın. Şu anda ben sizin öğretmeniniz de değilim, müdürünüz de değilim” dedi. Biz ne olduğunu anlayamadan bizimle sokak kavgası yapmaya başladı.
Hangimize vursa yere düşüyoruz. Bizde vurmaya başladık ama, müdürümüz hem çok güçlü hem de kilolu olduğu için hiçbirimizin yumrukları etkili olmuyordu. Müdür bey bizi yirmi dakika boyunca haşat etti. Bizim elimizi kaldıracak halimiz kalmayınca o da geri çekildi. Sanki hiçbir şey olmamış gibi kravatını düzeltti, ceketini giydi. Kapıyı açtı ve “Hadi artık sınıfınıza gidin! Şu andan itibaren bu olay kapanmıştır. Artık ben sizin müdürünüz olmaya devam edeceğim. Hakkınızda hiçbir yasal işlem yapmayacağım” dedi. Odadan kendimizi dışarı atıp kurtulduk!”
Bu öğrenci dershanede bizim öğrencimizdi. Sınıfta çok fazla yaramazlık yapmıyor olsa bile, alışkanlıklarında vazgeçemediği için bazı öğretmenlerini deli ediyordu.
Veli toplantısı günü gelip çattı. Muhammed’in babası bir gün dershaneye geldi. Sınıf danışman öğretmenleriyle görüşmek istedi. Bu kadar dik kafalı ve yaramaz olan Muhammed’in babasının yanında nasıl süklüm püklüm olduğunu tahmin edemezsiniz. Öğrencilik hayatı boyunca her veli toplantısından sonra ailesiyle ne kadar problemler yaşadığını da tahmin etmek zor değil. Çok sabırlı ve öğrencileriyle iyi anlaşabilen bir meslektaşım olan Mehdi bey, Muhammed’in babasıyla görüşürken hiçbir şikayette bulunmamış. Ondan memnun olduğumuzu, saygılı bir öğrenci olduğunu, biraz derslerine gayret etmesi gerektiğini söylemiş.
Ertesi gün Muhammed’in öğretmeninin yanına geldiğinde ki halini herkesin görmesini isterdim. O kabadayı yürüyüşü, çevresine biraz yukardan bakışı gitmiş, önünü iliklemiş, boynunu bükmüş hocasına saygısını nasıl ifade edeceğini bilemeyen bir öğrenciye dönüşmüştü.
“Hocam Allah sizden razı olsun!” diye söze başladı Muhammed. “Dün babam sizinle görüştükten sonra bana teşekkür etti. Hayatımda ilk defa babam bana teşekkür ediyor. Teşekkürle de kalmadı beni tatlıcıya götürdü. Beraber baklava yedik. Bu yaşıma kadar babam beni ilk defa bir şeyler yemeye götürdü. Bunlar sizin sayenizde oldu hocam! Eğer siz benden şikayetçi olsaydın, belki de dershaneden kaydımı sileceklerdi. Sağolun hocam sağolun!”
Lisenin en yaramaz öğrencisinin o günden sonra, o öğretmeninin derslerini nasıl dinlediğini anlatmama gerek yok galiba.
* * * * * *
Vekil öğretmenlik yaptığım dönemde bir öğretmen arkadaşımın karnı burnunda bir veliye “Doğurup doğurup okula gönderiyorsunuz! Biz mi uğraşacağız sizin çocuklarınızla?” dediğini kulaklarımla duydum. Ne kadar üzücü! Keşke duymaz olsaydım!
Yanlış hatırlamıyorsam 1960’lı yıllarda bir Milli Eğitim Bakanlarından birisi “Şu okullar olmasaydı Milli Eğitim Bakanlığını yönetmek çok daha kolay olurdu!” demiş! “Biz mi uğraşacağız bu çocuklarla” diyen öğretmenin mantığı da bu eski bakanla aynı olsa gerek.
Veli “bilgilendirme” ve “bilinçlendirme” toplantılarının önemini anlamak zorundayız.
Yazının başında sorduğum, “Müdürüne yumruk sallayan öğrenciden adam olur mu?” sorusuna başka bir cevap vermeme gerek yok galiba?
* * * * * * *
Bu arada ben yanlış not almadıysam, okulda yarı çıplak içki içen gençler, Anadolu Lisesi öğrencileriydi.
Hani okulun ve dershanenin en çalışkan öğrencilerinden bahsediyorum!
OKS’yi kazandıklarında anne babaları gurur duymuş, tüm komşulara hava atmıştır!
Dershaneler, çocukların isimlerini afiş yaptırıp şehrin her tarafına asmıştır!
OKS’yi kazanmış Anadolu Lisesi öğrencilerinin içki âlemini tüm Türkiye seyretti.
Sahi biz nerede yanlış yapıyoruz?
Sait ÇAMLICA
 
Ders alınacak bir hikaye!..


Evin minik faresi, duvardaki çatlaktan bakarken çiftçi ve eşinin mutfakta bir paketi açtıklarını gördü. Kendi kendine: "İçinde hangi yiyecek var acaba?" diye düşündü. Bir süre sonra gördüğü paketin bir fare kapanı olduğunu anladığında yıkılmıştı.

- "Evde bir fare kapanı var, evde bir fare kapanı var!" diye bağırarak telaşla deliğinden bahçeye fırladı.

Minik fareyi telaş içinde gören tavuk, umursamaz ve bilgiç bir tavırla başını kaldırdı ve gıdakladı: "Zavallı farecik... Bu senin sorunun, benim değil. Bana bir zararı olamaz küçücük bir kapanın" dedi.

Tavuktan destek bulamayan fare bu sefer telaşla koyunun yanına koştu ve "Evde bir fare kapanı var, evde bir fare kapanı var!" diye adeta çırpındı. Koyun anlayışla karşıladı ama, "Çok üzgünüm fare kardeş ama dua etmekten başka yapacağım bir şey yok. Dualarımda olacağından emin ol" dedi.

Minik fare çaresizlik içinde ineğe döndü ve "Evde bir fare kapanı var, evde bir fare kapanı var!" dedi. İnek; "Bak fare kardeş, senin için üzgünüm ama beni ilgilendirmiyor" dedi.

Sonunda farecik, başı önde umutsuz şekilde eve döndü. Çiftçinin fare tuzağı ile bir gün tek başına karşılaşmak zorunda olduğunu anladı...

O gece evin içinde sanki ölüm sessizliği vardı. Minik farecik aç ve susuzdu. Tam yorgunluktan gözleri kapanacaktı ki, birden bir ses duyuldu. Gecenin sessizliğini bölen gürültü, fare kapanından geliyordu.

Çiftçinin karısı, ne yakalandığını görmek için yatağından fırladı ve mutfağa koştu. Karanlıkta kapana, zehirli bir yılanın kuyruğunun kısıldığını fark edememişti. Kuyruğu kapana kısılan yılanın canı yanıyordu ve aniden çiftçinin karısını ısırdı.

Çiftçi, karısını apar topar doktora götürdü. Doktor zehiri temizledi, sardı. Çiftçi karısını eve getirdi, yatırdı. Karısının ateşi yükseldi. Bir türlü düşürmek mümkün olmadı. Kadıncağız ateş ve ter içinde kıvranıp durdu.

Çiftçi böyle durumlarda taze tavuk suyunun iyi geleceğini bildiğinden, bıçağını alıp bahçeye koştu. Karısı taze tavuk suyu çorbasını içti, biraz kendine geldi.

Karısının hastalığını duyan konu komşu, hısım akraba ziyarete geldiler. Onlara ikram etmek için çiftçi koyunu kesmek zorunda kaldı.

Çiftçinin karısı gittikçe kötüye gidiyordu. Yılan, belli ki çok zehirliydi. Birkaç gün sonra çiftçinin karısı iyileşemedi ve öldü. Cenazesine çok sayıda kişi geldi. Gelen gideni ağırlamak zorlaşınca, ineği de savacak kişi kalmadığından yeterli et sağlamak amacıyla çiftçi ineği mezbahaya yolladı...

Fare tüm bu olanları büyük bir üzüntü ve ibretle duvardaki deliğinden izledi.

Fare hikayesini asla unutmayınız ve “Susma, sustukça sıra sana gelecek” gerçeğini asla hatırdan çıkarmayınız.
Bu hikaye de biz öğretmenler için!..
KÜÇÜK ÇOCUK
Evvel zaman içinde, karpuz saman içinde
Okula giden bir küçük çocuk vardı.
O küçücüktü,
Ve okul da koskocaman.
Ve küçük çocuk,
Avluya açılan bir kapıdan geçip,
Sınıfına hemencecik girebileceğini öğrenince
Mutlu oldu.
Ve, gözünde okul ona
Artık koskocaman gözükmedi.
Bir sabah
Artık uzunca bir süredir küçük çocuk okullu iken
Öğretmen dedi ki:
‘Bugün bir resim çizeceğiz.’
‘Ne güzel!’ diye düşündü küçük çocuk.
Resim yapmasını severdi.
Bir sürü resim çizebilirdi:
Aslanlar, kaplanlar,
Tavuklar, inekler,
Trenler, gemiler-
Hemen pastel boya kutusunu çıkarıverdi.
Ve çizmeye koyuldu.
Fakat öğretmen seslendi: ‘Bekleyin!
Daha hemen başlamayın!’
Herkesi süzdü, hazırlar mı diye baktı.
‘Şimdi’ dedi öğretmen,
‘Çiçekler çizeceğiz.’
‘Ne hoş’ dedi küçük çocuk.
Çiçek çizmeyi çok severdi.
Ve güzel mi güzel çiçekler çizmeye başladı.
Pembe ve mavi ve turuncu boyalarıyla.
Fakat ‘Bekleyin!’ dedi öğretmen.
‘Ben göstereceğim size nasıl çizeceğinizi.’
Onunki kırmızıydı, yeşil saplı.
‘Haydi’ dedi öğretmen.
‘Artık başlayabilirsiniz.’
Küçük çocuk, öğretmenin çiçeğine baktı.
Sonra da kendi çiçeğine.
Kendi çiçeğini öğretmeninkinden daha çok sevmişti,
Fakat bunu söyleyemedi,
Defterindeki sayfayı çevirdi
Ve öğretmeninkine benzer bir çiçek çizdi.
Kırmızıydı, yeşil saplı.
Başka bir gün,
Küçük çocuk kapıyı dışardan
Kendi başına açmıştı,
Ve o anda öğretmen şöyle dedi:
‘Bugün killi çamurla birşeyler yapacağız.’
‘Ne güzel!’ diye düşündü küçük çocuk.
Killi çamurla oynamayı severdi.
Killi çamurdan bir sürü şey yapabiliyordu:
Yılanlar ve kardan adam,
Filler ve fareler,
Arabalar ve kamyonlar-
Ve killi çamura elini uzattı.
Bir avuç almak için çekiştirirken çamuru,
Öğretmen dedi ki:
‘Bekleyin! Daha başlama zamanı gelmedi!’
Herkesi süzüp, hazırlar mı diye baktı.
‘Şimdi’ dedi öğretmen,
‘Bir kap yapacağız.’
‘Ne hoş’ dedi küçük çocuk.
Kap yapmayı çok severdi.
Ve her boyda türlü şekillerde kaplar yapmaya başladı.
Fakat ‘Bekleyin!’ dedi öğretmen.
‘Ben göstereceğim size nasıl yapacağınızı.’
Ve herkese gösterdi, derin bir kabın
Nasıl yapılacağını.
‘Haydi’ dedi öğretmen.
‘Artık başlayabilirsiniz.’
Küçük çocuk öğretmenin kabına baktı.
Sonra da kendininkine.
Kendi yaptığı kabı öğretmeninkinden daha çok sevdi.
Fakat birşey söylemedi.
Elindeki killi çamuru bir top halinde yuvarladı yine.
Ve öğretmeninki gibi bir kap yaptı.
Derin bir kap.
Ve çok geçmeden
Küçük çocuk beklemeyi öğrendi,
Ve izlemeyi,
Ve tam öğretmeninki gibi
şeyler yapmayı.
Ve çok geçmeden
Kendi başına artık hiçbirşey yapmadı.
Bir gün geldi
Küçük çocuk ve ailesi
Başka bir eve taşındılar,
Başka bir şehirde,
Ve küçük çocuk
Başka bir okula gidiyordu tabii ki.
Bu okul, öncekinden
Daha da büyüktü.
Ve sınıfına
Avludan bir kapı da yoktu.
Üst kata yüksek basamaklardan çıkmak zorundaydı,
Ve uzun bir koridor boyunca
Gitmeliydi sınıfına.
Ve daha ilk günü
Yeni okulunda,
Öğretmen seslendi
‘Bugün bir resim çizeceğiz.’
‘Ne güzel!’ dedi küçük çocuk,
Ve öğretmeni bekledi,
Ne yapılacağını söylemesi için.
Fakat öğretmen, bir şey söylemedi.
Sadece sınıfta sıraların arasında dolaştı.
Küçük çocuğa geldiğinde
‘Sen resim çizmek istemiyor musun?’ dedi.
‘Evet.’ Dedi küçük çocuk,
‘Ne çizeceğiz?’
‘Sen çizmeden, ben bilemem ki?’ dedi öğretmen.
‘Nasıl çizmemi istiyorsunuz?’
diye sordu küçük çocuk.
‘Niçin? Nasıl istiyorsan öyle.’ Dedi öğretmen.
‘Ve her renk olabilir mi?’ diye sordu küçük çocuk.
‘Her renk’ dedi öğretmen.
‘Eğer herkes aynı resmi çizseydi
Ve aynı renkleri kullansaydı,
Kimin, neyi çizdiğini nasıl bilebilirdim.
Ve hangisinin hangisi olduğunu.’
‘Bilmiyorum’ dedi küçük çocuk.
Ve kırmızı bir çiçek
çizmeye başladı,
yeşil saplı.


Alıntıdır..